Toplumsal denetim in önemli araçlarından biri olan gözetimin tarihi neredeyse insanlık
tarihi kadar eski temellere dayanmaktadır. Toplumların uyum ve
birlikteliklerine sağlamak adına geliştirdikleri mekanizmalardan biri olan
gözetim, moderniteyle başlayıp enformasyon çağı olarak süre giden dönemde
“gözetim toplumu” kavramı olarak ele alınmaya başlamıştır. Birliktelik ve
uyum sağlayacak pratiklerin bütünü olarak toplumsal denetim, genellikle
yasaklama, zorunlu kılma ve hukuki yaptırımların yanında medya, sivil toplum
örgütleri ve kitle iletişim araçları yoluyla gerçekleştirilen yönlendirmeler
olarak kendini göstermektedir. Bu pratikler tarihsel süreç içerisinde denetim
ihtiyaçlarıyla birlikte değişim gösterirken aralarında önemli bir yer tutan
gözetim, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında farklılaşarak giderek bir gözetim
toplumu oluşturulması sürecini doğurmuştur.
Giderek merkezi
özellikteki toplumsal bir kurum olarak modernite nin içinde önemli bir unsur
haline gelen gözetim mekanizması gelişen teknolojinin de desteğiyle kamusal ya
da özel ayrımı yapılmadan her insanın yaşantısını her yönüyle gözetim altına
alarak onun algılarını kuşatan bir yapıya bürünmüştür. Bu yapının teknolojiyle
bütünleşen medya yoluyla iyice yayılmaya başlamasını ve bir gözetim toplumu
oluşumundaki yaygınlaştırıcı etkisini ilk fark edenlerden George Orwell, 1949
yılında yayınlanan “1984” adlı romanında karamsar ve paranoyak bir gözetim
toplumu tasviri çizmektedir. Romanda geçen “polis devleti” ve “düşünce polisi”
kavramları günümüz gerçeklerini birebir yansıtmakta ve sinemada özellikle
1980’lerden sonra karşılık bulmaya başlamaktadır.
1 - ) GÖZETİM TOPLUMU
Gözetim faaliyetlerinin
tarihsel süreç içindeki evreleri, var olan iş gücünü denetlemek, vergi
toplamaya yönelik kayıtlar tutmak ya da bireyin üretici gücünden maksimum
seviyede yararlanmak adına disipline edici yöntemler geliştirmekten geçerek
bugün insanı her yönüyle kuşatmış ve onu seçme şansı bırakmadığı yapay bir
dünyanın içine hapseder duruma gelmiştir.
Sosyal bilimler açısından en
genel biçimiyle sistematik izleme şeklinde tanımlanabilecek olan gözetim kişi
ya da grupların iletişim ve eylemlerini sistematik olarak izlenmesini ifade
etmektedir. Sosyal kuramcılar, James Rule’un “özel hayatlar ve genel gözetim”
adlı 1970’lerde yayınlanmış makalesine rağmen Michel Foucault’un gözetim i ve
disiplini ele alan büyük, kapsamlı ve tarihsel incelemelerinin yayınlanmasına
kadar gözetim i kendi başına ciddiye almamışlardır. Buradan yola çıkıldığında
konuyu birçok sosyolojik incelemenin içinde yeniden ele alıp, gözetim olgusuyla
ilgili süreçlerin nasıl değerlendirildiği başka bir bakış açısıyla
incelenebilmektedir. Gözetime yönelik değerlendirmeler kapsamında öne çıkan iki
büyük gelenekten ilki olan Marxçı gelenek, emek ve sermaye arasındaki
mücadelenin bir öğesi olarak gözetime önem verirken; M. Weber, gözetimi modern
örgütlerin bürokrasi içindeki veri saklama ve çağırma aracı olarak ele
almaktadır. Yine de gözetim, kapitalizmin fabrika işçilerini izlemesi veya ulus
devletlerin yurttaşları hakkında idari fişler tutması gibi bir refleksten
ibaret görülürken, gözetim kendi başına bir iktidar kaynağı olduğu göz ardı
edilmektedir.
Foucault’nunsa gözetim
kuramı na olan katkısı modern toplumların dış denetim ve kısıtlamalara
güvenmektense, modern sosyal kurumlarla hayatın düzenlenmiş ve belirlenmiş bir
yolda sürmesini garanti eden disipline edici pratikler olarak değerlendirmesi
şeklinde görülebilmektedir. “Gerçekten de Foucault’dan beri gözetim sosyal
analizde merkezi bir yer almaktadır. Foucault’ ya göre modern toplumun kendisi
disipliner bir toplumdur; bu toplumda iktidar teknikleri ve stratejileri daima
var olmuştur. Bunlar başlangıçta ordular, hapishaneler fabrikalar, gibi belirli
kurumlar içinde gelişseler bile etkileri sosyal hayatın dokusuna nüfuz eder.”
Foucault’nun
gözüne de her yere uzanan bir iktidar, demokratik gelecek rüyalarının hepsine
ipotek koymuş gözükmektedir. “ Foucault’nun görüşleri sonrasında sosyoloji,
gecikmeli de olsa gözetimi, modernitenin merkezi bir boyutu, kendi başına var
olan ve kapitalizme, ulus-devlete hatta bürokrasiye indirgenemeyen bir kurum
olarak kabul etmiştir.”
Günümüzde ise
büyük bir hızla ve kesintisiz biçimde gelişme gösteren teknoloji sayesinde,
özel ya da kamusal alan içinde kalan tüm ilişkiler elektronik gözler ya da daha
popüler bir deyimle “big brother” tarafından sürekli izlenir hale gelmiştir.
j. Bentham’ın tasarladığı hapishane planını metafor olarak kullanan Foucault’nun,
akademik anlamda kuramsallaştırdığı “panoptik toplum” 20. yy sonlarından
itibaren gelişen teknolojiyle birlikte artık mümkün hale gelmiştir. Jeremy Bentham’ın gözetim faaliyetleri ne yönelik incelikli bir mimari biçim olarak,
aydınlanma geleneğinin kültürel ve siyasi izlerini radikal biçimde yansıtan
“panoptikon hapishane modeli”, merkezi merkezi bir denetleme mekanı içinde
sistematik bir gözetime dayanarak disipline edici gücüyle tüm toplum ve
kurumlar açısından temel bir örnek teşkil etmektedir. Bu bağlamda panoptikon,
mimari bir yapıyı ifade etmekten öte, bir sistemin mantığını ve toplumsal
denetime yönelik işleyiş mekanizmalarını ortaya koymaktadır. Foucault’nun toplumu
dönüştüren ve bireyleri sürekli gözetim altında tutan disipliner bir mekanizma
olarak kullandığı bu metafor, gözetim toplumunun oluşturulmasında gözetlemek ve
teslimiyet yaratmak adına “ belirsizliğin “ altını itaat ettirmenin bir aracı
olarak çizmektedir. . “ Modernliğin eleştirisini mikro-iktidar alanlarında
görmenin gücü üzerinden yapan Foucault, -gören mi iktidardır, görülmeyen mi,
yoksa görülmeden gören mi?- şeklinde formüle ettiği kuramında, mimariden
ödünç aldığı panoptik bakış ile görülmeden görenin yarattığı iktidar alanının
çekimi üzerinde durur.”
“Geleneksel toplumların
olgunlaşmamış uygulamaları, modern çağda büyük ölçüde yoğunlaştırılıp,
sistematikleştirilerek, modern örgütlerin gözetim kapasiteleri sürekli biçimde
artmıştır. Böylece gündelik hayatın akışı daha önce olmadığı şekliyle şeffaf
hale gelmiştir.”
Modern toplumun sürekli
olarak mücadele alanı oluşturan iktidar teknikleri ve stratejilerine bağlı
olarak sergilenmekte olduğu disipliner karakteristik, bu yapısını, gözetleyerek
teslimiyet yaratmak adına kullandığı, panoptikon hapishane modelinin de
temelini oluşturan “belirsizlik” ilkesine borçludur. Belirsizliği bir itaat
ettirme yolu olarak kullanan bu yapının içinde varolan (!) birey her zaman
gözetlendiği algısıyla belirlenmiş toplumsal yapıya uyumlanmaktan başka bir
seçeneğe sahip olamamaktadır. “Belirsizliğin, tabi olanları denetlemenin bir
aracı olarak istismar edilme konusu, burada da karşımıza çıkar; bu yeni
elektronik teknolojilerin göze batmadan izleme becerisiyle apaçık bir benzerlik
taşımaktadır.”
Bireylerin kendi
iradesi ile seçimlerini yansıtan iç dinamikleri bastırılmakta ve kendileri için
özel olarak düzenlenmiş bir forma sokulmaktadırlar. Herhangi bir denetim
mekanizmasının gözünün sürekli üzerinde olduğunu düşünen kişi artık kendi
başına davranamaz hale geldiğinde, iradesini özgürce ortaya koyamadığından,
iradesi zamanla zayıflayarak ortadan kalkmaktadır. Bu durum yalnızca kişiyi
özgürlüklerinden yoksun bırakmakla kalmaz, eylemlerini yönlendiremeyecek ve
kendi yaşamlarını kurup yönetemeyecek bir duruma sokmaktadır. Kişi artık kendi
yaşamının kendi adına düzenlenmesi için ihtiyaç duyduğu denetçilerin elinde
olabildiğinde ehlileşmiştir.
2 - ) “1984” ve GÖZETİM TOPLUMU
Karamsar bir bakış açısıyla
ele alınıp, distopik gelecek tasvirlerinde bulanarak “Gözetim Toplumu” olgusunu
irdeleyen ve bir gözetim toplumu yaratılmasındaki sürece eleştirel
yaklaşımlarda bulunan filmler, sinemada özellikle 1980’lerden sonra karşılık
bulmaya başlamıştır.
Toplumsal yaşamın, giderek
merkezi bir özelliği haline gelen gözetim olgusu, en serbest çağrışımlarla
karşı ütopya larda ortaya konmaktadır. Burada tüm derinliği ve acımasızlığı ile
gözler önüne serilen gözetim pratikleri, bir yandan bu tip toplumlarda yaşamını
sürdürmeye çalışan insanlığın içinde bulunduğu, çıkışı olmayan acınası durumu
resmederken, diğer yandan da teknolojik determinist zihni koşullanma ve
merkezileşme eğilimi içindeki iktidarlara karşı, bireyleri ve toplumu harekete
geçirerek, geleceğe yönelik bir uyarı amacını taşımaktadır. “Gözetim e yönelik
analizlerde karşı ütopyaların ele alınmasının nedeni, bunların geleceğin
toplumunu betimlemesinden çok, teknolojinin egemenliğine giren ve insan
unsurunu giderek saf dışı bırakan gözetim kuramı nın karşı ütopyacı bir
karakteristik sergilemesidir. Günümüzde gözetim kapasiteleri veya gözetim
araçları gibi kavramlardan bahsedilirken genellikle büyük ağabey metaforu ile
büyük ağabey seni izliyor sloganına göndermeler yapılmaktadır.”
İngiliz romancısı ve
denemecisi George Orwell’ın 1949 yılında yayımlanan “1984” adlı romanı, bu
bakış açısı doğrultusunda kaleme alınarak tam da hikayesinin geçtiği 1984
yılında Michael Rodford tarafından filme uyarlanmıştır. Düşünce suçu, düşünce
polisi, polis devleti gibi kavramları ortaya çıkaran romandan uyarlanan film
özellikle 11 Eylül 2001'de New York'ta Dünya Ticaret Merkezi'ne ve
Washington'da ABD Savunma Bakanlığı'na düzenlenen uçaklı saldırıdan sonra
dünyanın içine yuvarlandığı karanlık dönemle birlikte yeniden güncellik
kazanmıştır. 11 Eylül olayının ardından ABD'nin çıkardığı Yurtseverlik Yasası
devlet güvenliğini sağlama gerekçesiyle bireylerin en temel haklarının askıya
alınmasının yolunu açmış, yönetimin ne pahasına olursa olsun insanlar üzerinde
sürekli denetim sağlama gayretleri insan haklarını savunan çevrelerde yaygın
endişeler doğurmuştur. Gözetilen konumdaki bireylerin yer aldığı filmde
denetim-medya-teknoloji bütünleşmesinin yarattığı sonuçlar iletilerek gerçeği
saklayan sahte dünyaların nasıl oluşturulduğu ve oluşturulan sahte dünyaların
kitlelere nasıl benimsetildiği gözler önüne serilmektedir.
II. Dünya savaşının tüm
dünyayı sarsan etkileri, savaş sonrası değişen her şeyle birlikte sanat
anlayışında da köklü değişimlere neden olmuştur. Savaşın getirisi olan yıkım,
her anlayıştan sanatçının geleceğe olan bakışlarında karamsarlığı hakim kılmıştır.
1945 yılında biten savaş dünyayı ABD’nin emperyalist, SSCB’nin ise aşırı
bürokratik yönetim anlayışlarıyla 2 ayrı kutba ayırmış ve diğer tüm
toplumların yönetim anlayışlarını da bu doğrultuda değiştirmeye başlamıştır.
Milyonlarca insanın öldüğü savaşlardan önce geleceğe dair umutlar taşıyan
insanlık, bu umutları yitirmeye başlarken buna paralel biçimde aşırı
milliyetçiliğin yükselmesi, kapitalizmin insanı köleleştirmesi ve baskıcı
yönetim anlayışları gibi durumlar karşısında, yalnızca umutlarını değil, yavaş
yavaş tüm benliğini yitirmeye başlamıştır. “1984” böyle bir dönemde ortaya
çıkan karamsar bir bakış açısıyla yazılmış ve bu doğrultuda karanlık bir
gelecek öngörüsünde bulunmuştur. Genel olarak eserlerinde yalın bir dil
kullanan George Orwell, kendi anıları dışındaki yazılarında baskıcı rejimlere
sert eleştirilerde bulunmuştur. Son romanı “1984”te de hızla yükselerek,
geleceğe dair hiçbir umudun kalmamasına neden olan baskıcı rejimlerin, bireye
ve topluma olan etkilerinin yanı sıra bireyin ve toplumun özgürlüklerinin
sınırlandırılmasının, özgürlük adına yapılması yanılgısının oluşturulması
olgusuna vurgu yapmıştır.
“1984”’ün öyküsüne göre dünya uzun yıllar süren nükleer savaşların ardından 3 kutba ayrılmıştır. 1984
yılında geçen öyküde dünya üzerinde hüküm süren “Okyanusya” “Doğu Asya” ve
“Avrasya” adında 3 süper devlet birbirleriyle savaş halindedir. Öykü bu
devletlerden Okyanusya’da geçmektedir. Okyanusya, “ingsos” ( İngiliz
sosyalizmi) ile yönetilmektedir. Toplum iç parti, dış parti ve proleterler
olarak 3’e ayrılmıştır. İç parti devletin mutlak hakimi olan ana yönetici
sınıftır ve başında asla yanlış yapmadığına ve söylediği her şeyin doğruluğuna
inanılan “Büyük Birader” bulunmaktadır. Dış parti üyeleri ise aşırı duygusal
davranışları yasaklanmış devlet memurlarıdır. Proleterler insan olarak bile
görülmeyen oldukça kötü şartlarda yaşayan insanlardır. Dış partinin doğruluk
bakanlığında eski belgeleri düzenleme işinde çalışan 40’lı yaşlardaki Winston
Simith uzun süredir en büyük suç sayılan düşünce suçunu işlemektedir. Dünyayı,
gerçekleri, kendi hayatını ve “büyük biraderi” sorgulamaktadır. Kendisi gibi
düzene karşı içinde bastırılanlarla karşı durmakta olan Julia adındaki genç bir
kadınla tanışan Winston onunla gizli bir ilişki içine girmiştir. Winston
gerçekleri sorguladığı ve bunları konuştuğu proletar bölgesinden Charington
adındaki bir adamla birlikte karşı devrimci bir örgüt olan kardeşlik örgütüne
katılmak için O’brian adındaki bir adamla görüşür. Ancak Winston’un en başından
beri eninde sonunda yakalanacak olmasından korksa da kendine hakim olamayarak
işlemeye devam ettiği düşünce suçu, O’brian’ın düşünce polisini olmasının
ortaya çıkmasıyla son bulur. Winston parti tarafından sorguya çekilerek
iyileştirme adı altında yapılan bir çok işkenceye maruz kalır. İşkenceler
sırasında kendisi, inançları ve inanması gerekenler arasında gidip gelerek
krizler yaşayan Winston, “büyük birader”e itaat edecek hatta onu sevecek bir
hale geldiğinde öldürüleceği günü beklemek üzere serbest bırakılmıştır.
Winston Simith'in
ve Julia'nın başkaldırıları olumlu bir sonuç vermez. Çektikleri bütün acılara
ve katlandıkları özverilere karşın, mahvolurlar. Manevi bir yıkım yaşayarak
yeniden düzenle bütünleşmek, eski yaşamın kurallarına boyun eğmek zorunda kalırlar.
Diktatörlük kazanır; karanlık artık en ufak bir aydınlığın sızmadığı bir
koyuluğa ulaşır. İnsanlık asla geçit vermeyen sonsuz bir kapanın içine
kıstırılmıştır. Baskı düzeninin saçmalığını düşünecek, başka türlü bir yaşamı
düşleyecek ve bu doğrultuda harekete geçecek tek bir kişi bile kalmaz.
1984’ün öngörüleri “Hem
resmedilen teknolojiye dayalı gözetim teknikleri açısından çağcıllığını
alabildiğine korumaktadır, hem de günümüzde yaşanan gelişmelerle büyük ölçüde
paralellik göstermektedir. Bütüncül bir bakış açısıyla ele alındığında, 1984’te
üç temel motifin söz konusu olduğu görülür: birincisi devamlı değişen
ittifaklar içinde dünyanın üç büyük devlete bölünmesi ve bunların sürekli savaş
durumda olmaları; ikincisi, bu devletlerin her birinde yaşayan iç zorbalıklar
ve – kapitalizm ile sosyalizmin ötesinde – totaliter bir toplumun betimlenmesi
; özellikle vurgulanan üçüncü durum da toplumun teknoloji aracılığıyla sürekli
gözetim altında tutulmasıdır. Bu gözetim temelde, düşünce/eylemlere yönelik
olarak hem de diğer karşı ütopyalara nazaran büyük bir öngörü ve gerçekçilik
içinde kavramış görünmektedir.”
“Orwell’in karabasanı,
teknolojik bakımdan artık çağı geçmiş olmasına rağmen, sosyal denetimin uyum
içinde yönetilmesinde bilginin ve tekniğin rolünü doğru biçimde göz önüne
serer. İnsan onurunda ve gözetimin sosyal bölünmelerinde odaklanması da
öğreticiliğini sürdürür. Fakat şiddet içeren yöntemlerden şiddet içermeyen
yöntemlere kayma, Orwell’den beri çok uzun bir yol almıştır ve bilişim
teknolojisinin kullanılması, gözetime çok daha geniş bir alan sağlamıştır.
Üstelik Orwell’in kara ütopya cı bakışında merkezi devlet baskındır. Orwell,
merkezsizleştirilmiş ( ademi merkeziyetçi) tüketimciliğin sosyal denetim için
nasıl önemli hale gelebileceğini asla tahmin edememiştir.”
“Karmaşık toplumların
idaresinde iktidarı elinde tutma ve yönetme açısından enformasyon
teknolojilerinin her tür alt yapısını hazırladığı gözetim mekanizmaları,
toplumsal denetiminde standart araçları haline gelirler. Bu görüşü savunanlardan
bazıları enformasyon toplumu nu bir ideoloji sınıflaması içinde ele almış ve
kapitalist sistemin bugünkü ihtiyaçlarıyla ilişkilendirmiştir. Bu anlamda
günümüz toplumunun demokratik ve özgürleştirici bir yapıdan ziyade Orwell’ın
1984 adlı eserini andırır şekilde sistematik ve sıkı denetim teknikleri üzerine
kurulu bir toplumsal yapıyı müjdelediğini söylemek yanlış olmayacaktır.”
“1984” savaşın
egemen güç tarafından nasıl yansıtıldığı konusunda çarpıcı bir saptamadır. Buna
göre, savaş tüm hunharlığıyla evrensel boyutlarda süregelmektedir; ırza geçme,
yağma, çocukları katletme, ülke nüfuslarının köle durumuna düşmesi, tutsakların
kaynar suya atılması ya da diri diri gömülmesine dek varan dehşetler olağan
sayılmaktadır.
Romanda Okyanusya'nın baskıcı düzeni, kendisine karşı muhalefetin gelişmesini kökten önlemek üzere
"düşüncenin tüm biçimlerini olanaksız kılmayı" amaçlayan yeni bir dil
geliştirir. “Yenikonuş” adı verilen bu dilde, herkesin bildiği kavramlar tam
tersi bir anlama bürünür, örneğin savaş-barış, özgürlük-kölelik,
bilgisizlik-kuvvet anlamına gelir. Baskı ve işkenceden sorumlu bakanlığın adı
Sevgi Bakanlığı, savaştan sorumlu bakanlığın adı Barış Bakanlığıdır.1984
“Okyanusya devletinin resmi dili olan “yenikonuş”u anlatırken aynı zamanda
dilin çağdaşlaşması olgusunun da karşıt çıkarımlarla altını çizmektedir.Tek
boyutlu toplumun ve düşüncenin oluşturulmasında en önemli araçlardan biri de
kuşkusuz “dil”dir. Dil zenginleştikçe, düşünce de zenginleşir. Orwell 1984 adlı
eserinde bu düşünceden hareket ederek, partinin yeni bir dil yaratma çabasından
söz eder. Buna göre, eski dilin kelimeleri, “iskelet haline” getirilinceye
kadar kesilip biçilecektir. Düşünce hayatını yok
etmek ve ülkenin geçmişiyle ilişkisini koparmak için, ülkenin dili tahrip
edilmekte, sürekli yeni kelimeler üretilmekte, halk içeriği boşalmış kelime ve
kavramlarla birbirini anlamadan konuşmaya zorlanmaktadır. Eski kavramlardan ve
eski kelimelerden arındırılan yeni dilin adı “Yenikonuş”tur. Yenikonuş’un temel
ilkesi düşüncenin tüm türlerini olanaksız kılmak, düşünme sınırlarını
daraltmaktır. “Sonunda düşünce suçunu olanaksızlaştıracağız, çünkü en sonunda,
onu anlatacak sözcükler kalmayacak. Gerek duyulan her kavram tüm eşdeğer
sözcüklerinden sıyrılarak, anlamı kemikleştirilmiş tek bir sözcükle
anlatılacak... sözcük sayısı her yıl biraz daha azalacak ve bilincin alanı her
yıl biraz daha daralacak... Dil yetkinliğe ulaştığı zaman devrim tamamlanmış
olacak...” denilen romanda, sonuçta bütün kavramların içi ya hiçbir şey ifade
edemeyecek şekilde boşaltılmıştır veya tamamen tersi kavramlarla
doldurulmuştur. Mesela savaş bakanlığının adı “Barış Bakanlığı”dır; rejimin
işine gelmeyen gerçeklerin inkarı ve saptırılmasıyla görevli bakanlığın adı da
“Doğruluk Bakanlığı”dır... Orwell, dilinin tek özelliği, kuşkusuz, kelime
sayısının azaltılması değil. Belki de bundan daha da önemlisi, kelimeleri
karşıtı ile açıklamak suretiyle, onları anlamsızlaştırmaktır. Okyanusya’da
resmi dil olarak yenikonuş, yardımcı dil olarak da İngilizce kullanılmaktadır.
Yenikonuş mevcut tek iletişim aracı olmamasına rağmen parti üyeleri günlük
konuşmalarında gittikçe daha fazla yenikonuş diline ait kavramları
kullandıklarından, bu dil sürekli bir gelişme halindedir. Yenikonuş belli bir
dünya görüşüne aracılık etmenin ötesinde, diğer bütün düşünce şekillerini de
imkansız kılma hedefindedir; tamamen geçerlilik kazanıp eski dil unutulduğunda
, “ingsos” ( İngiliz Sosyalizmi) ilkeleri dışındaki fikirler de zihinleri işgal
emekten uzaklaşacaktır. Bu doğrultuda, yeni kelimelerin uydurulmasına ve
maksada uygun olmayan kelimelerin tasfiyesine hız verilmektedir. Bu nedenle
kelime dağarcığının daraltılması başlıca bir amaç sayılmaktadır. Yenikonuş’un
düşünce evrenini daraltmak için düzenlenmiş olmasından dolayı kelimelerin her
geçen gün asgari düzeye inmektedir. Dilin giderek işlevsizleşmesi ve düşünce
alanını ifade etmekten uzaklaşması hususunda, günümüzle bazı benzerlikler söz
konusudur; bugün internet kullanıcıları tarafından hızla benimsenmekte olan
bilgisayar dili yenikonuş ile aynı amaçlara hizmet eder görünmektedir. Böyle
bir iletişim ortamı insanı kamusal alana ilişkin somut gerçeklikten koparacağı
gibi düşünsel eylemleri de ortadan kaldıracaktır. Sınırlı iletişim olanakları
nedeniyle düşünme kapasiteleri giderek körelecek olan bireyler zamanla dilin
işlevsizleşmesine bağlı olarak diğer tüm düşünce biçimlerinin geçerliliğini
kaybetmeye başlaması sonucunda, iktidarın isteği dışındaki her tür düşünce ve
eylemden giderek uzaklaşacaklardır. Bu gün bu hedef doğrultusunda internet
ortamında yeni kelimeler ortaya atılarak bunlara yaygınlık kazandırılmakta ve
bir düşünce evreninin gerçek yaşama yansıması olan gündelik dildeki
kelimelerden hızla vazgeçilmektedir. Okyanusya ile sanal dünya arasındaki
diğer bir benzerlikte tek iletişim aracı olmamakla birlikte bilgisayar dilinin
giderek birinci sıraya oturmaya başlaması ve internette küresel bir iletişim
kurabilmek için İngilizce’nin büyük bir hakimiyet kurmakta olmasıdır.
1984’ün Okyanusya’sında
gözetim pratikleri umutsuz bir toplumsal yapılanmayla ortaya konmaktadır.
“Devletin her şeyi gözetim altında tuttuğu ve en küçük bir aykırılık ile
bireyselliğe izin vermediği bu toplumda, yalnızlıktan hoşlandığını belli edecek
bir davranışta bulunmak – hatta tek başına yürüyüşe çıkmak bile- merkezi
hükümet tarafından tehlike sayılmaktadır. Okyanusya’nın resmi dili olan arıdil
içinde bunu tanımlayan kelime “özel hayattır” ve bencil, yalnız kendisi
için yaşayanlar anlamında kullanılmaktadır.”
“Orwell’in “büyük ağabey”
gözetim inin bir başka önemli özelliği, algılanmazlığıdır. Gözetim altındakiler,
rahatlayabilecekleri herhangi bir an olup olmadığından emin değillerdir. Tıpkı
panoptikon ve aslında Franz Kafka‘nın “şato” veya Margaret Atwood‘un “damızlık
kızın öyküsü” gibi gözetim temasını işleyen öteki edebi eserler gibi bu
saptanamayan gözetim modeli, belirsizlik sayesinde, gözlenenleri bağımlı kılar.
Uygun davranırsın çünkü onların ne zaman izlediklerini asla bilemezsin. Bilişim
Teknolojisi gözetimin, bırakalım Kafka zamanını, Orwell’ın zamanındakinden bile
daha görünmez yollardan gerçekleştirilmesini mümkün kılmaktadır.”
1984’ün “Big Brother”ı her
yerde asılı durup herkesi izleyen gözleri dışında gerçek anlamda hiç kimse
tarafından görülmeyen, bilinmeyen ama varlığı asla sorgulanmayan, insanları,
evlerinde bulundurmaları gereken “teleekran”lar sayesinde kontrol eden, bu
ekranlar sayesinde insanlara devletin söylemesi, dikta etmesi gereken bilgileri
veren ve hatta vücutlarının hantal kalmaması için yapması zorunda oldukları
hareketleri gösteren, evin içinde konuşulanları dahi duyabilen, sürekli açık
kalması gereken bir aygıttır.
“Orwell‘e göre gizlilik insan
onurunun bir yanıdır. Winston Simith sonunda kız arkadaşını Julia’ya ihanet
ederek ve büyük ağabeyi sevdiğini duyarak pes eder ama bu gizlilik
çiğnendiğinde değil, lağım fareleriyle karşı karşıya bırakılarak onuru
kırıldığında yapar. Bu andan itibaren Simith’in kimliği büyük ağabeyin’kiyle
kaynaşır. Kişiselliği çiğnenmiştir. Elektronik gözetim in içerdiği tehdit eğer
sadece özel alanla ilgili bir kaygıya indirgenirse, gözden kaçırılır.”
”Birçok noktada Zamyatin’in
eseri “Biz” ile paralellik gösteren “1984” daha karamsar ve çok daha çağcıl bir
karşı ütopyayı betimler. Buradaki gözetim pratikleri içinde, bizde olduğu gibi
– günümüz açısından oldukça sıradan kalan – sokak dinleyicileri değil,
enformasyon toplumunun mantığı ve teknolojisi içinde bir işlevselliğe sahip
olan ‘teleskrin’ bulunmaktadır. Aynı anda hem yayın yapan hem de bulunduğu yeri
gözetim altında tutan çift yönlü özelliklere sahip “teleskrin” hafif bir
fısıltı dışındaki her sesi kayıt etmekte ve görüş sahası içindeki tüm
hareketleri izlemektedir. Böylece – tanrılsal bir dışavurumun seküler yansıması
biçiminde- hiç kimsenin hiçbir zaman göremediği ancak her yerde ve her zaman
toplumu gözetleyen “büyük ağabey” gündüz ya da gece evde veya sokakta
çalışırken ya da yemek yerken sürekli olarak kişileri gözetim altında tutar.
Parti üyesi olan kişiler doğumlarından ölümlerine kadar düşünce polisi nin
devamlı kontrolü altındadırlar. Yalnız oldukları zamanlarda bile –
panoptikon un işleyiş mekanizmasında olduğu gibi – gerçekten yalnız
olduklarından emin olduklarından emin olamazlar ve nerede olurlarsa olsunlar
hiç farkına varmadan gözetlenebilecekleri korkusu içinde yaşarlar. Yaptıkları
her şey hatta kendilerine özgü bazı davranış kalıpları bile tüm ayrıntılarıyla
inceleme altındadır.
Big Brother ya da iktidarın
gözü, kendi bildiği doğruları topluma aşılamak amacıyla her tür uygulamayı
yapmaktadır. ”Okyanusya’da mutlak denetim merkezileşmeyle mümkün kılınmıştı.
Günümüzdeyse çağdaş devletlerin idari ve ticari merkezlerin, hala büyük
çoğunluğa ilişkin dosyalara erişebildiği bir gerçektir fakat yaygın bilgisayara
ağları, işlemleri ademi merkezileştirmektedir. Gerçekten de adem-i merkezilik
ve merkezilik arasındaki eski ikiliğin kendisi artık sorgulanabilmektedir.
Günümüzün gözetim toplumunun 1984’ün idari mekanizması kadar hantal hiç bir şeye
kesinlikle ihtiyacı yoktur.”
1984’ün evreninde yapılmaması gereken en büyük suç düşünmektir. Zira “Big brother” sürekli insanlar adına
düşünürken insanların düşünmesine hiç gerek yoktur. Düşünmenin en büyük suç
olduğu, çocuk yapmanın sadece devletin insanlara vermiş olduğu görev bilinciyle
şehvetten, arzudan uzak bir biçimde gerçekleştiği bu toplumda, geçmiş var olan
tüm belgelerin, yasaklanan ifadeler doğrultusunda değiştirilmesiyle yok
edilmektedir.
Okyanusya
toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı düzene karşı ilgisizdir. Büyük Birader'in
acımasız diktatörlüğü altında hiç tepki göstermeden yaşarlar. Burada çok
keskin bir hiyerarşi ve sınıfsal yapılanma vardır ; toplum, yöneticiler, parti
üyeleri ve proller olmak üzere 3’e ayrılmıştır ve yöneticiler her türlü
imtiyaza ve konfora sahipken, kısmen refah içindeki parti üyeleri, Büyük
Ağabey’in gözetimi altında yaşamlarını sürdürürler. Varoşlarda yaşayan proller
ise, üretici bir güç olarak topluma hizmet ettikleri sürece istedikleri gibi
yaşamakta serbest bırakılmışlardır. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan duyarsız
bir kitle olarak tanımlanan bu sınıf, yine de özgürlüğü getirebilecek olan tek
gücü oluşturur. Düşünmeyi öğrenememiş kimseler olarak nitelenen prollere, bir
üretim aygıtı olarak görevlerini eksiksiz yerine getirdikleri sürece parti
eliyle müstehcenlik, kumar ve fabrikasyon edebiyat sunulur. Prollerin küçük
dünyası, ağır işçilik, ev işi, çocuk bakımı, komşularla kavgalar, sinema,
futbol, bira ve kumardan oluşmaktadır. Kontrol altında tutulmaları zor olmayan
bu sınıf, insani vasıflarını kaybedip, parti üyeleri gibi otomatlaşmadıkları
için, bireysel görülebilir.
1984’ün Okyanusya’sında
gözetim pratikleri umutsuz bir toplumsal yapılanmayla ortaya konmaktadır.
“Devletin her şeyi gözetim altında tuttuğu ve en küçük bir aykırılık ile
bireyselliğe izin vermediği bu toplumda, yalnızlıktan hoşlandığını belli edecek
bir davranışta bulunmak, hatta tek başına yürüyüşe çıkmak bile merkezi hükümet
tarafından tehlike sayılmaktadır. Okyanusya’nın resmi dili olan “arıdil” içinde
bunu tanımlayan kelime “özel hayattır” ve bencil, yalnız kendisi için
yaşayanlar anlamında kullanılmaktadır.”
“Big Brother” ya da iktidarın
gözü, kendi bildiği doğruları topluma aşılamak amacıyla her tür uygulamayı
yapmaktadır.1984’ün evreninde yapılmaması gereken en büyük suç düşünmektir.
Zira “Big Brother” sürekli insanlar adına düşünürken insanların düşünmesine hiç
gerek yoktur. Düşünmenin en büyük suç olduğu, çocuk yapmanın sadece devletin
insanlara vermiş olduğu görev bilinciyle şehvetten, arzudan uzak bir biçimde
gerçekleştiği bu toplumda, geçmiş var olan tüm belgelerin yasaklanan ifadeler
doğrultusunda değiştirilmesiyle yok edilmektedir.
“Genel anlamda “1984”
totaliter karakteristik sergileyen liderlerin, teknoloji yardımıyla dünyayı
kontrol edebilecekleri bir yapıya dönüşmeleri temasını işler. Bu paralelde,
Okyanusya’nın başında bulunan büyük ağabeyde teknolojik olarak neredeyse
sınırsız iletişim olanaklarıyla donatılmıştır ve her şeyi gözetim altında
tutar; egemenlik gücü nedensizce dağılmaz ve belli bir yerde odaklanır. Bu arada
panoptik mekanizmada olduğu gibi kimsenin görmeyi başaramadığı büyük ağabeyin
nerede olduğu da hiçbir zaman tam olarak bilinmez ( böylece iktidar bir anlamda
mekanik bir karakteristik kazanırken, toplum üzerinde hedeflenen gözetim de çok
daha etkili şekilde sağlanabilecektir ) Toplum üzerindeki diğer ezici güçse,
büyük ağabeyin başında bulunduğu partidir. Aynı zamanda hükümeti de oluşturan
parti, doğruluğun ve gerçekliğin tek/yanılmaz temsilcisidir. Bu nedenle
gerçeklik, geçici olan ve her zaman yanılabilen bireylerin zihninde değil,
partinin ölümsüz ve kolektif şuurunda var olabilir. Bu arada parti, acilen
çözümlenmesi gereken iki büyük sorunla karşı karşıyadır: insanların ne
düşündüğünün nasıl öğrenilebileceği ve yüz milyonlarca insanın birkaç dakikada
nasıl öldürüleceği.”
“14.yy ütopya ve güneş ülkesi gibi iyimser ütopyalara yataklık ederken günümüz 1984 cesur yeni dünya ve biz
gibi alabildiğine karamsarlık kokan karşı ütopyalara sahne olmaktadır. Bunlar
sürekli denetim altında tutulduğunu ve her anının gözlendiğini bilen modern
insanın korku ve çaresizliğini dışa vurmaktadır.”
“1984” Romanı 1984 yılında
Michael Radford tarafından sinemaya aktarma yöntemiyle uyarlanmıştır. Bu
bakımdan roman ve film arasında aşırı farklılıklar bulunmamaktadır. Kitaptaki
detaylar filmde görselleştirilmeye çalışılmış olsa da yinede tamamen aktarım
mümkün olmamıştır. Örneğin Okyanusya, Kuzey ve Güney
Amerika'yı, Britanya'yı, Avustralya'yı ve Güney Afrika'yı içine alır. Avrasya,
Avrupa ve Asya'nın Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar uzanan kısımlarından
meydana gelir. Doğu Asya ise, Çin, Çin'in güneyindeki ülkeler, Japonya,
Mançurya, Moğolistan ve Tibet'i kapsar. Ayrıca, adı geçen üç büyük devletin ele
geçirmeye çalıştığı, Ortadoğu, Orta Afrika ve Güney Hindistan'ı içine alan ara
bölgeler vardır. Dünya nüfusunun beşte birini oluşturan ara bölgeler, üç devlet
arasında sürekli el değiştirir. Ara bölgelerde yaşayan halklar, elden ele
geçirilen köleler durumundadır.
Üç büyük
devlet olan Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya arasında ideolojik farklar yoktur,
hepsi aynı dünya görüşüne ve aynı sisteme sahiptir. Bu dünya görüşü ve sistem,
"oligarşik kolektivizm" olarak tanımlanır. Oligarşik kolektivizmin
egemen sınıfı, kapitalist sınıfın aşağı ve orta sınıf tarafından yok edilmesinden
sonra iktidarı ele geçiren yeni aristokratlar çevresidir. Bu çevre, ülke
nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan proleterleri sömürür ve ezer. Ayrıca,
ara bölgelerin yurttaş bile sayılmayan halklarını köle olarak kullanılması gibi
detaylara romanda olduğu kadar yer verilmesi mümkün olmasa da filmin
kitaba katmış olduğu pek çok detay da mevcuttur. Örneğin insanlar aşırı
bağlılık ve sevgiyle büyük biraderi selamlama biçimi filmde romandakinden
farklı biçimde sıkılı yumruklarını çapraz biçimde kenetleyerek tasvir
edilmiştir. Kitabın hafızalarda yer eden evrenini bütünlüklü olarak bir anda
görebilmek ve iletmeye çalıştığı hissiyatı tam anlamıyla yaşatabilmek adına
film özenli bir görselliğin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitabın boğucu
atmosferini bir anda karşımızda bulmaktayız. Yan karakterlerin doğası filmde
kitaptaki kadar iyi algılanmamakla birlikte hemen hemen aynı kronolojik sırayla
takip ettiğimiz öykünün görselleşmiş biçiminin de en az romanın dili ve
içeriği. Kadar başarılı olduğu söylenebilmektedir. Diyaloglar birbirleriyle
neredeyse birebir örtüşse de romandaki karakterlerin birbirlerine yoldaş
demelerinin filmde kardeş olarak değiştirilmesi gibi köklü değişikliklerde
mevcuttur. Ayrıca filmde Winston’un kardeşlik örgütüne katılmak için O’brian’ın
evine tek başına giderken romanda yanında Julia’da bulunmaktadır. Yine romanın
detaycı anlatımının filmde film diliyle görselleştirilebilecek kısımlarının
dışında kalan yanları da mevcuttur. Örneğin kitapta uzun uzun anlatılan yönetim
sisteminin nasıl işlediğine dair kısımların aynı ayrıntılı anlatımla filmde
verilebilmesi filmin yapısına ve etkisine zarar verebilecek oluşu yüzünden
detaylandırılmamıştır. Winston’un hafızasında bir anda parlayan onu etkilemiş
ve hafızasında yer etmiş geçmişe ait görüntüler kitapta filmde olduğundan daha
az yer tutmaktadır. Roman Winston’un harabeden bozma bir binadaki küçük
dairesine gidişiyle birlikte onun ve içinde bulunduğu mekanın nasıl
göründüğünün tasvirleriyle başlarken, film devletler arası savaşlara ait
görüntülerin düşünce suçlularının itiraflarının ve “büyük biraderin” etkileyici
görüntüsünün yansıtıldığı dev bir ekranla ve burada bulunan insanların
görüntüleriyle başlamaktadır. Romanda Winston’a yapılan işkencelerin
anlatımıyla yaratılmak istenen etki filmdeki görsel karşılığıyla birlikte daha
da pekişmiştir.
Baskıcı bir
ortam, baskının bilincine varma, başkaldırı, ihanet, yıkım ve teslimiyet olarak
özetlenebilecek romandaki temalar ve romanın evreninde yaşayanların katıksız
teslimiyetleri filmde aynıyla görselleştirilmiştir.
SONUÇ
George
Orwell’ın 1949’da, karamsar öngörüleriyle kaleme aldığı ve tam da hikayesinin
geçtiği ve romana ismini veren tarihte, Michael Radford tarafından başarılı bir
biçimde sinemaya uyarlanan “1984”, günümüzde hala geçerliliğini koruyarak,
yaşamlarımızı derinden etkileyen sorunlara distopik bir bakış açısı niteliği
taşımaktadır.
Bu eserin hem edebiyatta hem
de sinema da yarattığı etkilerin farkına vararak, onun dünyasının içinde
irdelenen, bireye ve topluma dair sorunlarla hesaplaşmak, bugün içinde
olduğumuz evrenle, yaşadığımız tarihi dönemin bize sunduğu gerçeklerle
hesaplaşmak ve gerçeklik algılarımızın derinlikleriyle yüzleşmek anlamına
gelmektedir.
“1984” bir sanat yapıtının
insanın algı mekanizmasına olan etkisini her karşılaşıldığında tekrar tekrar
hissettiren ve bu anlamdaki niteliğiyle güncel bir eserdir.
Eren GÖK
2010-İzmir
KAYNAKÇA
DOLGUN Uğur,
“şeffaf Hapishane Yahut Gözetim Toplumu – Küreselleşen Dünyada Gözetim,
Toplumsal Denetim ve İktidar İlişkileri “, Ötüken Neşriyat A.Ş – İstanbul
Ağustos 2008 1. Basım
LYON David,
“Elektronik Göz – Gözetim Toplumunun Yükselişi” , Sarmal Yayınevi –
Eylül 1997 – 1. Basım – çev. Dilek Hattatoğlu
BAUDRİLLARD
Jean, “ Simülakrlar ve Simülasyon” – Doğu Batı Yayınları – Eylül 2008 ´.
Basım – çev. Oğuz Adanır
OSKAY Ünsal,
“ Popüler kültür açısından çağdaş fantazya – bilim-kurgu ve korku sineması”,
DER Yayınları–yayın no:133 İstanbul 1.Basım
ÖZDEMİR
Selda Tan, “ kara filmler – neo-noir’dan future noir’e ” Altıkırbeş
Yayınları 1. Baskı Şubat 2003 İstanbul
KÜÇÜKKURT
Fatma Dalay – GÜRATA Ahmet, “ sinemada anlatı ve türler “ Vadi Yayınları
1. Basım Nisan 2004 Ankara
FROMM
Erich,” Yanılsama Zinciri “ İlya İzmir Yayınevi 2.
Baskı İzmir 2006 çev. Akın Kanat
UNABOMBAR, “
Sanayi toplumu ve geleceği “ Kaos Yayınları 1. Baskı Mayıs 1996 İstanbul
çev. Kaos
FOUCAULT
Michel, “ Hapisanenin Doğuşu” Çev: M.Ali Kılıçbay, II. Basım. Kasım. 2000
detaylı ve başarılı...
YanıtlaSil