Gözetim toplumu nun içindeki oluşturulmuş dünyalarında yaşayan bireyler bu dünyanın dışında var olan bir gerçeklik algısından yoksundurlar. Sinemanın gerçekle olan etkileşimi doğrultusunda bilim-kurgu türünün yaşanan dünyanın alışılmış algılama biçimine karşı olan genel karakteristiği bu türün ilgi alanlarını belirlemektedir. Türün alışılmış algı biçimlerinin dışına çıkmak istemesi onu tamda 80’lerden itibaren değişmeye başlayan teknoloji kökenli bir yapı ile karşı karşıya getirerek, alttür lerinin doğmasına neden olmuştur. “Bilim-kurgu türüne göre sağlıksız ve zararlı bir şekilde gelişip tüm yaşantımızı etkisi altına alan modern teknoloji, insanın kanını emen bir ‘Drakula’ gibi üzerimize hipnotik br etki de kurmuş bulunmaktadır. Kalpsizleşmiş teknotratlar yada gezegenler arası verimlilik uzmanları, korku filmlerindeki Drakula’lar gibi bizi kanı donmuş bir uyumlanım (conformity) içine hapsetmek, kapatmak istemektedir. Bunun içinde hayranlık uyandıracak kadar gelişkin göz alıcı güzellikte makineler, makine sistemleri, bilimsel buluşlar kullanmaktadır”.Yavaş yavaş gelişen teknoloji ve beraberinde onun yanlış ellerde yanlış hedefler alınarak kullanılmasıyla birlikte iyice açığa çıkmaya başlayan gözetim toplumu olgusu bilim-kurgu sinemasında tekno-politik bir sistemin gözetimindeki gelecek tasvirlerini doğurmaya başlamıştır.
“1949 yılında George Orwell tarafından yazılan ‘1984’ adlı romanda yer alan
polis devleti ve düşünce polisi kavramları sinemada özellikle 1980’lerden sonra
karşılığını bulur. Gözetlenen konumdaki bireylerin yer aldığı filmlerde
denetim-medya-teknoloji bütünleşmesinin yarattığı sonuçlar iletilir. Gerçeği
saklayan sahte dünyaların nasıl oluşturulduğu ve oluşturulan sahte dünyaların
kitlelere benimsetilmesinin niçin gerekli olduğu sorularına yanıt aranır.
Gözetim toplumu olmanın bedeli sorgulanır.”
Oldukça karamsar ve paranoyak bir gözetim toplumu tasviri çizen “1984”
romanında geçen kavramlar günümüz gerçeklerini birebir yansımaktadır. Gözetim
artık her yerde ve her şeyde mevcuttur. Kendi haline bırakılan gidişatın ve
dikkat edilmeyen enformasyon devriminin varacağı en muhtemel nokta bu romandaki
sonuç olacaktır. Günümüz toplumunun demokratik ve özgürleştirici bir yapıdan
ziyade 1984 romanını andırır biçimde sistematik ve sıkı denetim teknikleri
üzerine kurulu bir toplumu müjdelediğini söylemek yanlış olmaz.
Toplumların veya onun bir kesiti olarak bireylerin kontrol altına alınması
durumu distopik filmlerde ve benzerlerinde gerçekliğin manipüle edilmesi
yoluyla gözler önüne serilmektedir. “ Godard’ın Alphaville’i ( 1965 ) varoluş
için birer Frankestein’e dönüşen makinelere, teknoloji ile kişilik yitimine
uğrayan, herkesin aynılaştığı bir topluma karşı duruştur. Modernizm’in kılık
değiştirdiği hiper teknolojik bir dünyanın kapılarını açan film, insanların
numaralandırıldığı,’aşk’ ve ‘düş’ gibi kelimeleri kullananların
cezalandırıldığı, kural dışı oynayanların tedaviye ( tıpkı Otomatik Portakal’ın
Alex’i gibi) ve hatta idama gönderildiği süpercomputer Alphaville 60 tarafından
izlenen fütüristik dekorlu konformist (!) Paris’i anlatır. Bilimin, zekanın,
güvenliğin kentinin emniyeti için sonsuza dek izlenme ve kontrol altında
tutulma… oysa şimdi, birilerinin birilerini gözetlediği programlar içinde
aylarca gözaltında tutulmak için canı gönülden sıraya giren ne çok mahkum adayı
var… belki de bunlar geleceğin kontrol altında yaşama sürecinin yalnızca bir
provasıdır, belki de her şey olup bittiğinde yalnızca dejavu demek kalacaktır
insanlığa.”
1987 yılında çekilmiş koşan adam filmi televizyon ve polis devleti işbirliğini
ele alarak 2017 yılında dünyada polis devletlerinin oluşturduğu bir zamanda
geçer. “ Koşan Adam filmi ileri teknoloji destekli gözetim devletinin halkı
oyalayarak gösteri toplumu yarattığı bir dünyadır. Halk kendisine dayatılan
görsel şiddete, sunulan gerçeklere müdahale etmeyi ya da savunma
mekanizmalarını çalıştırmayı düşünmez.”
Sinemanın gözetim olgusu na yaklaşımı özellikle bilimkurgu alttürlerinde
eleştirel bir yaklaşım sergilemekle birlikte kendini de gözetimin araçlarından
biri olmaktan kurtaramamıştır. Sinema yönetmenin izleyiciye kendisini görmek
istediği şeyi gösterdiği bir akvaryumdur ve egemen gücün elinde bir silah
olmuştur.
Toplumun bireylerini kameralar aracılığıyla esir almasının bir kolu haline
getirmiştir. Filmlerde insanlar yine insan tarafından ya da kamera robot gibi
teknolojik aygıtlarla gözlem altına alınmıştır. Her kamera bir gözlem, ihbar
aracı haline gelmiş, her sinema salonu televizyon ve görsel aygıtlar suçlunun
ifşa merkezi haline sokulmuştur. Cinsellik ve şiddet gibi insanın temel
içgüdüleri teknolojinin yardımıyla simüle edilerek tatmin edilmektedir.
Sistemin ürettiği gösteri dünyası toplumu yutmak, ve suni gerçekleri mutlak
gerçek olarak kabul ettirme yöntemlerinden biridir.
Sonuç olarak teknolojinin toplumsal yarardan uzaklaşıp bireylere ve kitlesel
yığınlara yönelik bir silah olarak kullanılmasının doğuracağı tehlikelerin
habercisi niteliğindeki distopik filmler, her ne kadar karamsar bir bakış açısına
sahip olsalar da, insanların kendilerine sunulan gerçeklere müdahale
etmedikleri takdirde varacakları sonu göstererek aslında olumlu bir sürecin
parçası olmaktadırlar.
Eren GÖK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder