Niyazi Berkes “Türkiyede Çağdaşlaşma”
kitabının “dil çağdaşlaşması ve siyasal anlamları” bölümünde, 1850’li yıllara
gelindiğinde, Tanzimat Dönemi’nin getirdiği Osmanlı geleneğinin yavaş yavaş
parçalanması sürecinin, dil, basın ve yazı alanlarındaki görünüşlerine
değinmiştir.Tanzimat Dönemi’nin dil, basın ve yazı alanlarındaki gelişmelerinde
“aydınlanma”, “halka doğru eğilimi” ve “siyasal özgürlük “ başlıkları altında
incelenebilecek üç düşün yönü saptamıştır.
Aydınlanma, başlangıcı
III.Selim zamanına kadar giden din ve gelenek alışkanlıkları yerine, aklın ve
özellikle batıda gelişen bilimsel ölçülerin üstünlüğü inancını simgeler.Siyasal
özgürlük, iktidarın mutlak gücünü kırarak demokrasi yolundaki halkın özgürlüğü
idealinin özlenmesidir. Halka doğru eğilimiyse yönetici tabaka ve halk kitleleri
arasındaki uçurumun başta dil olmak üzere birbirlerini anlama araçlarını
geliştirme isteğini yansıtır.
Kitabın bu bölümüne kadar, aydınlanma çabalarına değinen Berkes, siyasal özgürlük çabalarına geçmeden önce toplumun içindeki uçurumları saptayarak bu konuyu dil düzeyinde ele almıştır.
Dil, bildiğimiz üzere
iletişimin aracıdır ve insanlar birbirleriyle iletişim kurabildikleri ölçüde
birbirlerini anlayabilir, düşüncelerini paylaşabilir, kavramlara aynı
doğrultuda yaklaşabilirler.İletişimin getirdiği insanlar arasındaki bu paylaşım
ve yaklaşım, düşüncenin gelişmesine, birey ve toplum bilincinin oluşmasına
dolayısıyla da daha özgür ve daha insancıl bir yaşam biçiminin oluşması sürecine
öncülük eder.
Dil ile düşünce içiçe
geçmiştir ve dilin gelişmesi düşünceye, düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır.
Düşünme geleneğinin etkinliğini yitirmeyen toplumların dili daha gelişkindir.
Kavram yapısı daha sistematiktir. Bunun sonucu olarak da bu toplumlarda bilim
sanat ve felsefe gibi insani faaliyetler daha gelişmiştir. Böylesi toplumların
evrensel düzeyde kültürel mirasları ve birikimleri daha fazladır. Dilin gücünü
belirleyen şey felsefi düşüncenin ve üretkenliğin gücüdür. Bu alanlarda üretken
olmayan, tembel olan bir toplum ihtiyaçlarını başka toplumların ürettiklerini
tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek siyasi ve iktisadi
alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzüşmeye giderek yok olmaya götürür.
İnsan düşünü gelişim
gösterdiğinde kavramlar ve onlara yüklenen anlamlar da değişmektedir. Çağın
gerekleri ve düşüncenin gelişimiyle birlikte değişim ve gelişim gösteren,
‘insan’, ‘toplum’, ‘özgürlük’, ‘iktidar’, ‘din’, ‘dünya’, ‘doğa’ve benzeri
hertür kavramla birlikte bir anlam ve anlatım sorunu ortaya çıkar. Dil, yazı ve
onun çeşitli görünüş araçları bu sorunu giderebildiği ölçüde işlevini yerine
getirebilmektedir ve bütünleşecek bir toplumun içinde karşı karşıya gelenler
arasında karşılıklı anlam kurma aracı olduğunda bu bütünleşmede önemli bir rol
oynar.
Tanzimat Dönemin’de
Osmanlılık geleneğinin yıkılmalarının sonucu olarak başlıca dört uçurumun
genişlemekte olduğunun ortaya çıktığını belirten Berkes, bunları ‘devlet-halk’,
‘din-dünya’, ‘cahil-okumuş’, ‘batı düşünü-doğu kafası’ olarak ortaya koymuştur.
Bu uçurumların kapanması ve bütünleşmenin sağlanması için Dil’in karşılıklı
anlam taşıma niteliğini kazanmış bir yapı arz etmesi gerekmektedir. Tersi
durumda tolumda ancak bir kültür curcunasının egemen olacağını belirten Berkes,
bilim, demokrasi ve özgürlük özlemlerinin 1850’li yıllarda böylesi bir curcuna
içine girişini en iyi yansıtan yanın dil, edebiyat, çeviri, basın ve yazı
sistemi gibi konularda çıkan tartışmalar olduğunu söylemektedir. Bu yıllar
arasında devletin, halkın, edebiyatın, bilimin, dinin dilleri arasındaki
anlamsızlık ve anlaşmazlık sorunları ile uğraşılmaya başlanmıştır.
Geleneksel kültürün
herşeyiyle birlikte dil düzeyinde de içinde barındırdığı ayrılık ve
anlaşılmazlık ortaya çıkarıldıkça ve giderilmeye çalışıldıkça karşılaşılan
güçlükler O’nun ne denli güçlü bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır.
OSMANLICA VE BÜROKRASİ
Bu yapma Osmanlı dilini besleyen ikinci bir kaynak “Enderun” ve
“Bürokrasi”dir. Devlet ve saray çevresinde gelişen Osmanlıca’nın edebi ifadesi
“Divan Edebiyatı” denen edebiyatta en zengin ve en yapma düzeye ulaşır.
Yalnız dil içeriği değil edebi kuralları da uzun bir eğitim ve
marifet isteyen Divan Edebiyatı, bu kurallar kafesi içine sıkışmış, Tanzimat
dönemine gelindiğinde iyice kalıplaşmış kısırlaşmış edebi yaratıcılık
niteliğini yitirmiştir.
Arapça’nın hakim olduğu kelam ve fıkıh edebiyatının medrese
dilinin modeli olması gibi, Fars Edebiyatı’nı model alan divan edebiyatı bu
modele zorlanarak uydurulmuş ve dil açısından çok daha fazla yapma olmuştur. Bu
yüzden klasik Fars şairlerinin yazıları günümüzde İran’da halen anlaşılabilir
olduğu halde divan edebiyatı kendi döneminde bile tam olarak anlaşılamamıştır.
Buna rağmen Divan Edebiyatı, Tanzimat döneminde Osmanlıca’nın
temeli olmuş hatta dönemin başlarında Osmanlıca yeni bir Rönesans’a bile
kavuşmuştur.
II. Mahmut döneminde tıbbiye ve harbiye gibi yüksek eğitimde
Arapça önemini kaybederek, yerini Fransızca’ya bırakması Osmanlılar’ın
dilsizleşmesi tehlikesini doğurmuş ve Osmanlıca’yı medrese Arapçasıyla Avrupa
Fransızca’sına karşı bir korunma duvarı olarak geliştirme yoluna
gidilmiştir. Yeni bilimler için gerekli
bilimlerin çoğunun Arapça köklerden bir kısmının da Fransızca’dan alınarak
türetilmesiyle Osmanlıca’ya yeni bir dönem açılmış olunmuştur.
Tanzimat’ın getirdiği Osmanlılık anlayışına paralellik gösteren
bu durum aynı zamanda yine Tanzimat’la birlikte beliren uçurumların bir
görünüşü olarak siyasetin, bilimin ve sanatın dilinin Osmanlıca olmasına neden
olmuştur.
Örneğin 1860’lı yıllarda tıbbiyede öğretim dili, Fransızca’dan
vazgeçilerek Osmanlıca olmuştur. Aynı yıllar arasında kurulan Osmanlı Tıp
Kurumu, mesleki bilim yayın aracını ve meydana getirdiği tıp terimleri
sözlüğünü Osmanlıca yayınlamıştır. Tıbbiyenin ilk modern bilim okulu olması ve
liberal düşünle ulusçu akımların yeşerdiği bir yatak olması Osmanlıca’nın bilim
siyaset ve sanatın dili olmasını sağlamıştır. Ancak Osmanlıca zengin dil
kaynaklarına rağmen bir çok yabancı kavrama ait terimlerin karşılığını bulma
konusunda yaratıcılıktan yoksun bir dildi. Aydınlanmanın etkisi altında
Osmanlıca’ya giren Fransızca sözcüklerin bazılarının kavramsal olarak
karşılığını bulamıyor oluşu, anlamının da gelişememesine dolayısıyla da
anlaşılamamasına sebep olmaktaydı. Fransızca’da “kültür”, “toplum” gibi
kavramlara ait sözcüklerin karşılıkları uzun yıllar tam anlamıyla bulunamamış
ve anlaşılıp aktarılması devletin ve bürokrasinin özel dili Osmanlıca’nın kendi
içinde bile sağlanamamıştır.
Daha kendi içinde bile anlaşılamayan bir dilin bütün bir toplumu
etkilemesi ve bütünleştirici etkisinin olması beklenemez. Tanzimat döneminin
ilerlemesiyle, Fransızca tehlikesi karşısında iyice güçlenerek bilim siyaset
sanat gibi dünyasal işlerin yeni bir dili olan Osmanlı dili, Osmanlı İmparatorluğu
içinde eskiden beri var olan okumuş-cahil arasındaki uçurumu daha da
derinleştirmiş oluyordu.
KAVRAM VE ANLAM SORUNU
Dil çağdaşlaşmasının en önemli yanı “aydın düşünüşünün”
çağdaşlaşması sorunudur.
Genç aydın kesim yabancı dil öğrenerek batının siyasal,
hukuksal, tarihsel ve felsefik düşün hayatını okuyabilmekte fakat buradaki
kavramların anlamlarını kendi diline ait düşün düzeyinde anlamakta ve
dolayısıyla da aktarmakta zorluk çekmekteydi. Berkes Tanzimat döznemi genç aydın
kuşağın, batı düşüncelerinden yaptıkları söylenen fakat ortada olmayan
çevirilerin birer iddiadan ibaret olmayıp tamamlanmamış ya da yayımlanmamış
olduğunu daha muhtemel kabul etmektedir. Çünkü dönemin batısının yüksek düşün
düzeyini Osmanlıca’ya dökme işi iki ayrı dil yapısı göz önüne alındığında
oldukça zor bir iştir. Daha önce belirtildiği üzere dil ve düşüncenin iç içe
geçmiş bütünlüğü doğrultusunda ele alırsak batı kavramlarını anlatmak için
kullanılan ve zaten yetersiz olan sözcükler geleneksel anlamlarından
sıyrılmadıkça o kavramların çağdaş anlamlarını verememekte dolayısıyla da bu
aktarmaya, anlatmaya, anlaşmaya değil anlatamamaya ya da yanlış anlaşmalara yol
açmaktaydı.
Bu sorunu gidermek yani dili daha çağdaş bir hale getirmek adına
farklı dönemlerde girişimlerde bulunulmuştur. Örneğin Meşrutiyet Döneminde batı
kavramlarına geleneksel olarak kullanılmakta olan Arapça ya da Farsça sözcükelr
yerine duyulmamış ya da yanlış biçimde kalıba dökülmüş Arapça terimleri
karşılık olarak kullanmak metodu denenmiştir.
Yada cumhuriyet döneminde
daha radikal biçimde Arapça’da bile bulunmayan, Türkçe’de yalnızca kökü
bulunabilen hatta bulunmasa da türetilecek olan sözcükler denenmiştir.
Tanzimat’ın yeni kuşak genç aydınları olan “yeni Osmanlılar” ise
bir batı terimini alıp karşılık olarak aslı Arapça olan geleneksel bir terimi
kullanmak( örneğin, “nation” sözcüğü “millet” olarak çevrildiğinde batıya ait
bu kavramın Osmanlıca çevirisi geleneksel anlamında bugünkü “ümmet” sözcüğüne
denk gelen “din topluluğu” anlamını vermekteydi ) bulunmasa da icat etmek (
örneğin, “jeunes turcs” karşılığı olarak “türkistanın erbab-ı şebabı” deyiminin
kullanılması gibi aslında her iki teriminde karşılığı olmasına rağmen bu
imparatorluk geleneğinde saygın olanın genç değil de yaşlı olan olduğu kanısı
nedeniyle kavramın anlamını tam olarak verememesine neden olmaktaydı ) yerine o
terimi tanımlayıcı bir “yarı söz” le karşılamak metodunu uygulamışlardır.
Berkes yine anlam sorununun ne denli önemli olduğuna dair Yusuf Kamil Paşa
tarafından çevirisi yapılan, Fenelon’un Fransa tahtına geçecek olan Burgadia
Dükası’na bir hükümdarlık dersi vermek için 1699’da yazmış olduğu “telemaque”
adlı kitabın Şinasi taraından tanımlandığı bir yazıyı örnek gösterir; Şinasi
kitabı bir aşk öyküsü anlatır gibi gözükmekle birlikte anlam bakımından adalet
ile halkın mutluluğunu sağlamak demek olan siyasanın, genel kurallarını
kapsayan “iki yanlı” bir felsefe eseridir diyerek tanımlarken”iki yanlı eser”
gibi düz sade ve anlaşılır bir ifadeyle yazamamakta, bunun yerine “nun-ı
hikmet” gibi benzetmelerde bulunarak kavramı kendi tanımlamalarıyla karşılayıp
algılatmaya çalışmaktadır. ( nun-ı hikmet : büyük balık ve ona benzeyen iki
yanlı kılıç )
Bütün bunların yanında bu çevirinin batı eserlerinin zamanın
sorunlarının etkisi altında seçildiğini göstermesi gibi aynı zamanda da ağır
osmanlıca dili yüzünden romandaki gizli anlamların sezilemediğini görerek Ahmet
Vefik Paşa’nın daha sade bir dille başka bir çeviri yapmasıda bu sorunun
anlaşılmaya başlandığını göstermesi açısından önemlidir. İbrahim Müteferrika
zamanından Tanzimat’a değil çeviri değilse bile aktarma niteliği taşıyan
eserlerdeki kavramlar değiştirilen yada kulağa gelen anlaşılışın karşılık
bulduğu herhangi bir sözcükle tanımlanmaya çalışılırken, Tanzimat döneminde
askerlik, fen, tıp ve tabiat bilimlerinden başka insan ve siyasa felsefesinin
soyut kavramlarıyla karşılaşılacak eserlere geçilmiş kavram ve anlam sorunu
daha güç bir hal alarak anlam çağdaşlaşması sürecini de başlatmıştır. Bu
anlamda bilinen ilk yüksek düşün düzeyindeki çeviri 1859 da dönemin batı
düşünürlerinden seçtiği eserlerinden parçalar içeren Muhaverat-ı Hikemiye
(Felsefe konuşmaları) adlı ontolojisiyle Münif efendiye aittir.
Dil,anlam,kavram
,anlatım gibi dönemin sorunları düşünüldüğünde Münif efendi kendinden
sonrakiler için bile güç bir işi başarmış olduğu gibi dönemin aydınlarını
ilgilendiren boş inançlara karşı aklın üstünlüğü aydınlanma ve eğitim üstünlüğü
gibi konuları seçmiştir. Tanzimat döneminin yeni Osmanlıları Montesquie’den Volney’e
birçok batılı düşünürü anlamaya ve kavramaya çalışarak ilerleme olgusunun
nedenlerini öğrenmeye çalışmışlar, bu doğrultuda da dillerinin çağdaşlaşması
sürecine katkıda bulunmuşlardır.
NOT : Niyazi Berkes'in "Türkiye'de Çağdaşlaşma" kitabının "Dil Çağdaşlaşması ve Siyasal Anlamları" bölümü üzerine yazdığım bir makaledir.
Eren Gök
Hocam bunun Dil yazı ve basım da Şinasi ve Müfit paşa olan bölümü yok mu
YanıtlaSil