22 Ekim 2011 Cumartesi

Dil ve Anlam Sorunları

Niyazi Berkes “Türkiyede Çağdaşlaşma” kitabının “dil çağdaşlaşması ve siyasal anlamları” bölümünde, 1850’li yıllara gelindiğinde, Tanzimat Dönemi’nin getirdiği Osmanlı geleneğinin yavaş yavaş parçalanması sürecinin, dil, basın ve yazı alanlarındaki görünüşlerine değinmiştir.Tanzimat Dönemi’nin dil, basın ve yazı alanlarındaki gelişmelerinde “aydınlanma”, “halka doğru eğilimi” ve “siyasal özgürlük “ başlıkları altında incelenebilecek üç düşün yönü saptamıştır.

Aydınlanma, başlangıcı III.Selim zamanına kadar giden din ve gelenek alışkanlıkları yerine, aklın ve özellikle batıda gelişen bilimsel ölçülerin üstünlüğü inancını simgeler.Siyasal özgürlük, iktidarın mutlak gücünü kırarak demokrasi yolundaki halkın özgürlüğü idealinin özlenmesidir. Halka doğru eğilimiyse yönetici tabaka ve halk kitleleri arasındaki uçurumun başta dil olmak üzere birbirlerini anlama araçlarını geliştirme isteğini yansıtır.


Kitabın bu bölümüne kadar, aydınlanma çabalarına değinen Berkes, siyasal özgürlük çabalarına geçmeden önce toplumun içindeki uçurumları saptayarak bu konuyu dil düzeyinde ele almıştır.

Dil, bildiğimiz üzere iletişimin aracıdır ve insanlar birbirleriyle iletişim kurabildikleri ölçüde birbirlerini anlayabilir, düşüncelerini paylaşabilir, kavramlara aynı doğrultuda yaklaşabilirler.İletişimin getirdiği insanlar arasındaki bu paylaşım ve yaklaşım, düşüncenin gelişmesine, birey ve toplum bilincinin oluşmasına dolayısıyla da daha özgür ve daha insancıl bir yaşam biçiminin oluşması sürecine öncülük eder.

Dil ile düşünce içiçe geçmiştir ve dilin gelişmesi düşünceye, düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır. Düşünme geleneğinin etkinliğini yitirmeyen toplumların dili daha gelişkindir. Kavram yapısı daha sistematiktir. Bunun sonucu olarak da bu toplumlarda bilim sanat ve felsefe gibi insani faaliyetler daha gelişmiştir. Böylesi toplumların evrensel düzeyde kültürel mirasları ve birikimleri daha fazladır. Dilin gücünü belirleyen şey felsefi düşüncenin ve üretkenliğin gücüdür. Bu alanlarda üretken olmayan, tembel olan bir toplum ihtiyaçlarını başka toplumların ürettiklerini tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek siyasi ve iktisadi alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzüşmeye giderek yok olmaya götürür.

İnsan düşünü gelişim gösterdiğinde kavramlar ve onlara yüklenen anlamlar da değişmektedir. Çağın gerekleri ve düşüncenin gelişimiyle birlikte değişim ve gelişim gösteren, ‘insan’, ‘toplum’, ‘özgürlük’, ‘iktidar’, ‘din’, ‘dünya’, ‘doğa’ve benzeri hertür kavramla birlikte bir anlam ve anlatım sorunu ortaya çıkar. Dil, yazı ve onun çeşitli görünüş araçları bu sorunu giderebildiği ölçüde işlevini yerine getirebilmektedir ve bütünleşecek bir toplumun içinde karşı karşıya gelenler arasında karşılıklı anlam kurma aracı olduğunda bu bütünleşmede önemli bir rol oynar.

Tanzimat Dönemin’de Osmanlılık geleneğinin yıkılmalarının sonucu olarak başlıca dört uçurumun genişlemekte olduğunun ortaya çıktığını belirten Berkes, bunları ‘devlet-halk’, ‘din-dünya’, ‘cahil-okumuş’, ‘batı düşünü-doğu kafası’ olarak ortaya koymuştur. Bu uçurumların kapanması ve bütünleşmenin sağlanması için Dil’in karşılıklı anlam taşıma niteliğini kazanmış bir yapı arz etmesi gerekmektedir. Tersi durumda tolumda ancak bir kültür curcunasının egemen olacağını belirten Berkes, bilim, demokrasi ve özgürlük özlemlerinin 1850’li yıllarda böylesi bir curcuna içine girişini en iyi yansıtan yanın dil, edebiyat, çeviri, basın ve yazı sistemi gibi konularda çıkan tartışmalar olduğunu söylemektedir. Bu yıllar arasında devletin, halkın, edebiyatın, bilimin, dinin dilleri arasındaki anlamsızlık ve anlaşmazlık sorunları ile uğraşılmaya başlanmıştır.

Geleneksel kültürün herşeyiyle birlikte dil düzeyinde de içinde barındırdığı ayrılık ve anlaşılmazlık ortaya çıkarıldıkça ve giderilmeye çalışıldıkça karşılaşılan güçlükler O’nun ne denli güçlü bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır.

OSMANLICA VE BÜROKRASİ

Bu yapma Osmanlı dilini besleyen ikinci bir kaynak “Enderun” ve “Bürokrasi”dir. Devlet ve saray çevresinde gelişen Osmanlıca’nın edebi ifadesi “Divan Edebiyatı” denen edebiyatta en zengin ve en yapma düzeye ulaşır.

Yalnız dil içeriği değil edebi kuralları da uzun bir eğitim ve marifet isteyen Divan Edebiyatı, bu kurallar kafesi içine sıkışmış, Tanzimat dönemine gelindiğinde iyice kalıplaşmış kısırlaşmış edebi yaratıcılık niteliğini yitirmiştir.

Arapça’nın hakim olduğu kelam ve fıkıh edebiyatının medrese dilinin modeli olması gibi, Fars Edebiyatı’nı model alan divan edebiyatı bu modele zorlanarak uydurulmuş ve dil açısından çok daha fazla yapma olmuştur. Bu yüzden klasik Fars şairlerinin yazıları günümüzde İran’da halen anlaşılabilir olduğu halde divan edebiyatı kendi döneminde bile tam olarak anlaşılamamıştır.

Buna rağmen Divan Edebiyatı, Tanzimat döneminde Osmanlıca’nın temeli olmuş hatta dönemin başlarında Osmanlıca yeni bir Rönesans’a bile kavuşmuştur.

II. Mahmut döneminde tıbbiye ve harbiye gibi yüksek eğitimde Arapça önemini kaybederek, yerini Fransızca’ya bırakması Osmanlılar’ın dilsizleşmesi tehlikesini doğurmuş ve Osmanlıca’yı medrese Arapçasıyla Avrupa Fransızca’sına karşı bir korunma duvarı olarak geliştirme yoluna gidilmiştir.  Yeni bilimler için gerekli bilimlerin çoğunun Arapça köklerden bir kısmının da Fransızca’dan alınarak türetilmesiyle Osmanlıca’ya yeni bir dönem açılmış olunmuştur.

Tanzimat’ın getirdiği Osmanlılık anlayışına paralellik gösteren bu durum aynı zamanda yine Tanzimat’la birlikte beliren uçurumların bir görünüşü olarak siyasetin, bilimin ve sanatın dilinin Osmanlıca olmasına neden olmuştur.

Örneğin 1860’lı yıllarda tıbbiyede öğretim dili, Fransızca’dan vazgeçilerek Osmanlıca olmuştur. Aynı yıllar arasında kurulan Osmanlı Tıp Kurumu, mesleki bilim yayın aracını ve meydana getirdiği tıp terimleri sözlüğünü Osmanlıca yayınlamıştır. Tıbbiyenin ilk modern bilim okulu olması ve liberal düşünle ulusçu akımların yeşerdiği bir yatak olması Osmanlıca’nın bilim siyaset ve sanatın dili olmasını sağlamıştır. Ancak Osmanlıca zengin dil kaynaklarına rağmen bir çok yabancı kavrama ait terimlerin karşılığını bulma konusunda yaratıcılıktan yoksun bir dildi. Aydınlanmanın etkisi altında Osmanlıca’ya giren Fransızca sözcüklerin bazılarının kavramsal olarak karşılığını bulamıyor oluşu, anlamının da gelişememesine dolayısıyla da anlaşılamamasına sebep olmaktaydı. Fransızca’da “kültür”, “toplum” gibi kavramlara ait sözcüklerin karşılıkları uzun yıllar tam anlamıyla bulunamamış ve anlaşılıp aktarılması devletin ve bürokrasinin özel dili Osmanlıca’nın kendi içinde bile sağlanamamıştır.

Daha kendi içinde bile anlaşılamayan bir dilin bütün bir toplumu etkilemesi ve bütünleştirici etkisinin olması beklenemez. Tanzimat döneminin ilerlemesiyle, Fransızca tehlikesi karşısında iyice güçlenerek bilim siyaset sanat gibi dünyasal işlerin yeni bir dili olan Osmanlı dili, Osmanlı İmparatorluğu içinde eskiden beri var olan okumuş-cahil arasındaki uçurumu daha da derinleştirmiş oluyordu.

KAVRAM VE ANLAM SORUNU

Dil çağdaşlaşmasının en önemli yanı “aydın düşünüşünün” çağdaşlaşması sorunudur.
Genç aydın kesim yabancı dil öğrenerek batının siyasal, hukuksal, tarihsel ve felsefik düşün hayatını okuyabilmekte fakat buradaki kavramların anlamlarını kendi diline ait düşün düzeyinde anlamakta ve dolayısıyla da aktarmakta zorluk çekmekteydi. Berkes Tanzimat döznemi genç aydın kuşağın, batı düşüncelerinden yaptıkları söylenen fakat ortada olmayan çevirilerin birer iddiadan ibaret olmayıp tamamlanmamış ya da yayımlanmamış olduğunu daha muhtemel kabul etmektedir. Çünkü dönemin batısının yüksek düşün düzeyini Osmanlıca’ya dökme işi iki ayrı dil yapısı göz önüne alındığında oldukça zor bir iştir. Daha önce belirtildiği üzere dil ve düşüncenin iç içe geçmiş bütünlüğü doğrultusunda ele alırsak batı kavramlarını anlatmak için kullanılan ve zaten yetersiz olan sözcükler geleneksel anlamlarından sıyrılmadıkça o kavramların çağdaş anlamlarını verememekte dolayısıyla da bu aktarmaya, anlatmaya, anlaşmaya değil anlatamamaya ya da yanlış anlaşmalara yol açmaktaydı.

Bu sorunu gidermek yani dili daha çağdaş bir hale getirmek adına farklı dönemlerde girişimlerde bulunulmuştur. Örneğin Meşrutiyet Döneminde batı kavramlarına geleneksel olarak kullanılmakta olan Arapça ya da Farsça sözcükelr yerine duyulmamış ya da yanlış biçimde kalıba dökülmüş Arapça terimleri karşılık olarak kullanmak metodu denenmiştir.
 Yada cumhuriyet döneminde daha radikal biçimde Arapça’da bile bulunmayan, Türkçe’de yalnızca kökü bulunabilen hatta bulunmasa da türetilecek olan sözcükler denenmiştir.
Tanzimat’ın yeni kuşak genç aydınları olan “yeni Osmanlılar” ise bir batı terimini alıp karşılık olarak aslı Arapça olan geleneksel bir terimi kullanmak( örneğin, “nation” sözcüğü “millet” olarak çevrildiğinde batıya ait bu kavramın Osmanlıca çevirisi geleneksel anlamında bugünkü “ümmet” sözcüğüne denk gelen “din topluluğu” anlamını vermekteydi ) bulunmasa da icat etmek ( örneğin, “jeunes turcs” karşılığı olarak “türkistanın erbab-ı şebabı” deyiminin kullanılması gibi aslında her iki teriminde karşılığı olmasına rağmen bu imparatorluk geleneğinde saygın olanın genç değil de yaşlı olan olduğu kanısı nedeniyle kavramın anlamını tam olarak verememesine neden olmaktaydı ) yerine o terimi tanımlayıcı bir “yarı söz” le karşılamak metodunu uygulamışlardır. Berkes yine anlam sorununun ne denli önemli olduğuna dair Yusuf Kamil Paşa tarafından çevirisi yapılan, Fenelon’un Fransa tahtına geçecek olan Burgadia Dükası’na bir hükümdarlık dersi vermek için 1699’da yazmış olduğu “telemaque” adlı kitabın Şinasi taraından tanımlandığı bir yazıyı örnek gösterir; Şinasi kitabı bir aşk öyküsü anlatır gibi gözükmekle birlikte anlam bakımından adalet ile halkın mutluluğunu sağlamak demek olan siyasanın, genel kurallarını kapsayan “iki yanlı” bir felsefe eseridir diyerek tanımlarken”iki yanlı eser” gibi düz sade ve anlaşılır bir ifadeyle yazamamakta, bunun yerine “nun-ı hikmet” gibi benzetmelerde bulunarak kavramı kendi tanımlamalarıyla karşılayıp algılatmaya çalışmaktadır. ( nun-ı hikmet : büyük balık ve ona benzeyen iki yanlı kılıç )

Bütün bunların yanında bu çevirinin batı eserlerinin zamanın sorunlarının etkisi altında seçildiğini göstermesi gibi aynı zamanda da ağır osmanlıca dili yüzünden romandaki gizli anlamların sezilemediğini görerek Ahmet Vefik Paşa’nın daha sade bir dille başka bir çeviri yapmasıda bu sorunun anlaşılmaya başlandığını göstermesi açısından önemlidir. İbrahim Müteferrika zamanından Tanzimat’a değil çeviri değilse bile aktarma niteliği taşıyan eserlerdeki kavramlar değiştirilen yada kulağa gelen anlaşılışın karşılık bulduğu herhangi bir sözcükle tanımlanmaya çalışılırken, Tanzimat döneminde askerlik, fen, tıp ve tabiat bilimlerinden başka insan ve siyasa felsefesinin soyut kavramlarıyla karşılaşılacak eserlere geçilmiş kavram ve anlam sorunu daha güç bir hal alarak anlam çağdaşlaşması sürecini de başlatmıştır. Bu anlamda bilinen ilk yüksek düşün düzeyindeki çeviri 1859 da dönemin batı düşünürlerinden seçtiği eserlerinden parçalar içeren Muhaverat-ı Hikemiye (Felsefe konuşmaları) adlı ontolojisiyle Münif efendiye aittir.

Dil,anlam,kavram ,anlatım gibi dönemin sorunları düşünüldüğünde Münif efendi kendinden sonrakiler için bile güç bir işi başarmış olduğu gibi dönemin aydınlarını ilgilendiren boş inançlara karşı aklın üstünlüğü aydınlanma ve eğitim üstünlüğü gibi konuları seçmiştir. Tanzimat döneminin yeni Osmanlıları Montesquie’den Volney’e birçok batılı düşünürü anlamaya ve kavramaya çalışarak ilerleme olgusunun nedenlerini öğrenmeye çalışmışlar, bu doğrultuda da dillerinin çağdaşlaşması sürecine katkıda bulunmuşlardır. 



















NOT : Niyazi Berkes'in "Türkiye'de Çağdaşlaşma" kitabının "Dil Çağdaşlaşması ve Siyasal Anlamları" bölümü üzerine yazdığım bir makaledir.

Eren Gök

1 yorum:

  1. Hocam bunun Dil yazı ve basım da Şinasi ve Müfit paşa olan bölümü yok mu

    YanıtlaSil